Onlar sadece insan değil. Onlar başka bir şey.
Bu cümleyi tam 16 saat sonra yazdı defterine. Adı Jacobtu. Stockholmden İstanbula inmişti. Pasaport kontrolü sırasında gülümsediği memur ona hoş geldin kardeşim dediğinde bir şeylerin yanlış gittiğini hissetti. Ama neydi o şey? İnsan sıcaklığı mı? Yoksa başka bir dilin seni içine çekişi mi?
Sıfırıncı Saat: Merhaba
Jacob, havalimanından çıktı. Taksiye bindi. Yol boyunca şoför, hiç susmadı. Hiçbir soru sormadan, Jacoba hayatının özetini verdi: Ben üç kez evlendim. Bu işler nasip. Dolar da fena oldu bu aralar, sen Euro'yla iyisin.
Jacob sadece şunu düşündü: Ben bu adamla neden samimi oldum? Cevap: Oldun çünkü o öyle. Onun seni tanıması gerekmez, onun sadece sana konuşması yeterlidir.
Üçüncü Saat: Abicim
Otele geldiğinde resepsiyondaki görevli şöyle seslendi: Abi hoş geldin, şu kimliği alayım, çay da söylüyorum. Jacob orada dondu. Abi? Kimse bana daha önce böyle bir unvan vermemişti.
İsveçte yaşarken soyadıyla hitap edilmeye alışmıştı. Burada ise adı unutuldu, yerine abicim geldi, ve o artık Jacob değil, abiydi.
Beşinci Saat: Kafede Sessizce Oturmaya Çalıştı
Bir kafe buldu. Köşeye oturdu. Kitabını açtı. Garson geldi: Nereye geldin abi ya, hayırdır? Bizim buralarda yeni misin?
Jacob sadece çay istemişti. Ama çayın yanında arkadaşlık geldi, muhtemelen bir Galatasaraylı mısın? sorusu geldi, ve ardından bak bende Netflix var, akşam takılırsak izleriz abi teklifi geldi.
Jacob daha önce bir içecekle birlikte samimiyet servisi görmemişti.
Dokuzuncu Saat: Hayır Diyememe Fenomeni
Sokakta yürürken yaşlı bir amca eline ceviz verdi. Ücretsizmiş. Jacob teşekkür edip yürümeye devam etti. Arkadan ses geldi: Dur bir kilo daha veriyim, tanıdık oldun artık.
Jacob kendini bir anda kilo üzerinden tanıdıklık kurulan bir evrenin içinde buldu.
Sistem şöyle işliyordu: Adını bilmeye gerek yok. Bir selam ver, yeter. Artık sensin, bizdensin.
On Üçüncü Saat: Yemek
Misafir olduğu evde sofraya oturdu. Jacob diyete başlamıştı. Ama buna kimse aldırış etmedi.
Çatalı eline almadan önce dört tabak doldu. Çorba, pilav, köfte, yoğurt. Tatlıyı yemeye çalışırken, yemek geldi. Jacob doydum dedi. Yanıt: Yok artık, daha bir şey yemedin ki.
Bu noktada Jacob kültürel olarak kırıldı. İsveçte bir tabak yemekle gün tamamlanırken, burada yemek, tok karna başlıyordu.
On Sekizinci Saat: Duygusal Çöküş
Ona "nasılsın?" diyen herkes gerçekten öğrenmek istiyordu. Ve o, gerçekten iyi olmadığını ilk kez söylemekten çekinmedi.
Bir Türk, onun gözlerine bakıp şöyle dedi: Abi bazen böyle olur. Gel, bir çay içelim, geçer.
Jacob, ilk kez çayın bir içecek değil, bir terapi seansı olduğunu öğrendi.
Yirmi Dördüncü Saat: Sessizlik
O gece yatağına uzandı. İçinde garip bir duygu vardı. Konuşmuştu, gülmüştü, yemişti, sarılmıştı. Ama ne olmuştu?
O fark etmeden bir milletten çok bir duygu biçimiyle tanışmıştı: Koşulsuz sıcaklık.
Türklerle ilk 24 saatinde yaşanan şok, bir kültür farkı değildi. Bir zihin değişimiydi. Bazen bağırarak gülmekti, bazen susarak sevmekti, bazen tanımadan güvenmekti.
Ve Jacob, günlüğüne son satırı şöyle yazdı:
Burada insanlar seni tanımıyor ama seni unutamıyor.